Yazar: Ecem Ercan Adanır
Tarih boyunca çok sayıda medeniyete yurt olmuş İstanbul’un bugünkü Fatih ilçesi sınırlarında kalan ve Tarihi Yarımada olarak adlandırılan bölümü, tarihte şehirde ilk yerleşmenin başladığı, Doğu Roma’ya ve Osmanlı Devleti’ne başkentlik yaptığı dönemde şehrin merkezini oluşturan bölge. Osmanlı’dan günümüze değin Suriçi şeklinde de adlandırılan bölgenin Tarihi Yarımada olarak anılmasının sebebi ise İstanbul’un en eski yerleşim yeri olması ve içinde bulundurduğu sayısız tarihî eserdir. Bizans ve Osmanlı dönemlerinden kalma onlarca saray, cami, kilise, çeşme, dikilitaş ve konut Tarihi Yarımada’nın simgelerinden…
Tarihte Byzantion, Konstantinopolis / Konstantiniyye olarak anılan ve 1453’te Fatih Sultan Mehmet’in fethettiği yer aslında bugün Tarihi Yarımada olarak adlandırılan bölge. Fethinden bu yana Suriçi olarak da anılan bölgenin bu ismi almasının sebebi, yarımadanın batı sınırını oluşturan Bizans döneminden kalma şehir surlarının varlığı… Bölgenin bugün Tarihi Yarımada olarak anılmasının sebebi ise, Bizans ve Osmanlı dönemlerinden kalma onlarca saray, cami, kilise, çeşme, dikilitaş ve konuta ev sahipliği yapması… Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte kent resmi olarak İstanbul adını alırken, kentin tarihine ışık tutan ve bugün halen Suriçi veya Tarihi Yarımada isimleriyle anılan bölge, farklı medeniyetlerin izlerini eserleriyle gözler önüne seriyor…
İstanbul, dört bölge halinde UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde
Görkemli geçmişi ile farklı dinleri, kültürleri, toplulukları ve bunların ürünü olan yapıtları benzersiz bir coğrafyada bir araya getiren İstanbul, 1985 tarihinde UNESCO Dünya Miras Listesi’ne 4 bölge olarak dahil edildi. Bunlar; Hipodrom, Ayasofya-ı Kebir Camii Şerifi, Aya İrini, Küçük Ayasofya Camisi ve Topkapı Sarayı’nı içine alan Sultanahmet Kentsel Arkeolojik Sit Alanı; Süleymaniye Camisi ve çevresini içine alan Süleymaniye Koruma Alanı; Zeyrek Camisi ve çevresini içine alan Zeyrek Koruma Alanı ve İstanbul Kara Surları Koruma Alanı’nı içeriyor.
15 milyon 910 bin 168 metrekarelik yüzölçümü ile Tarihi Yarımada 12 Temmuz 1995 tarihli 6848 numaralı kararla I. derece arkeolojik, kentsel-arkeolojik, kentsel-tarihi sit alanı ilan edildi.
Şehrin kalbi, Tarihi Yarımada’da atıyor
Türkiye’nin en fazla turiste ev sahipliği yapan şehri İstanbul, aynı zamanda dünyada en çok ziyaret edilen şehirler arasında yıllardır ilk sıralarda yer alıyor. Köklü tarihiyle, coğrafi konumuyla, doğası, iklimi ve iş dünyasının kalbinin attığı yer olması dolayısıyla İstanbul, deniz turizminden kültür turizmine, kruvaziyerden MICE’a çok çeşitli turizm faaliyetlerine imkan sunuyor. Bu nedenle İstanbul bu denli ziyaret edilen bir şehir… İstanbul’a ister uzun bir kültür turu için ister kısa bir iş seyahati için gelmiş olsun, yerli ve yabancı turistlerin ilk uğrak yerlerinden biri Tarihi Yarımada oluyor. Eski İstanbul’un, medeniyetlere başkentlik eden kadim şehrin kalbi, Tarihi Yarımada bölgesinde atıyor.
İstanbul’un Tarihi Yarımada bölgesi, çok sayıda tarihi ve turistik yapıyı bünyesinde barındırıyor. Bunlardan öne çıkanları; Topkapı Sarayı, Gülhane Parkı, Ayasofya Camii, Arkeoloji Müzeleri, Sultan Ahmet Camii ve Meydanı, Yerebatan Sarnıcı, Bukoleon Sarayı, Milyon Taşı, Antik İstanbul Hipodromu, Galata Kulesi, İstanbul Üniversitesi, Fatih Camii ve Külliyesi, Süleymaniye Camii, Eminönü Yeni Camii, Mısır Çarşısı, Bizans Surları, Alman Çeşmesi, Örme Dikili Taş, Burmalı Dikili Taş, Theodosis Dikili Taşı, Beyazıt Camii ve Meydanı, Beyazıt Kulesi, Şehzade Camii, Aya İrini Kilisesi…
Tarihi Yarımada’nın öne çıkan yapılarından bazılarını “Destinasyon: Tarihi Yarımada” haberimizde derledik…
Dünyanın ilk katedrali: Ayasofya
Dünyanın ilk katedrali olan Ayasofya, bin yıl boyunca en büyük katedral olma unvanını koruyan bir yapı. İnşasından bu yana geçen yaklaşık 1.500 yıldan sonra halen yeryüzündeki en büyük dördüncü katedral olma özelliği taşıyor.
Kutsal Bilgelik anlamına gelen “Ayasofya” adını taşıyan eser, Doğu Roma İmparatorluğu’nun İstanbul’da yapmış olduğu en büyük kilise olup aynı yerde üç kez inşa edilmiştir. Günümüzde mevcut olan Üçüncü Ayasofya’nın tamamlanma tarihi 537 yılı.
İlk katedral olmasının yanı sıra 1054 yılında İstanbul Patriği ile Papa’nın (yolladığı kardinal aracılığıyla) birbirlerini karşılıklı olarak aforoz ettiği ve Hristiyanlık inancında Katolik-Ortodoks ayrımını başlattığı yer olması bakımından da Hristiyanlıkta önemli bir yere sahip olan Ayasofya, İstanbul’un Osmanlı Devleti tarafından fethine kadar kilise olarak varlık gösterdi.
Fethin ardından ise camiye çevrilen Ayasofya’da uzun yıllar ibadet sürdü. Ayasofya’nın minarelerinin ilk Fatih, ikincisi oğlu 2. Beyazıt tarafından yaptırılmış, daha sonra Kanuni’nin oğlu 2. Selim’in emriyle Mimar Sinan tarafından payandalarla takviye edilmiş ve Sultan 2. Selim buradaki türbeye gömülmüştür.
Sultanahmet Camii’nin yapılmasının ardından eski önemini az da olsa yitiren Ayasofya, Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle 1930 yılından itibaren restore edilmiş ve ardından Bakanlar Kurulu kararıyla müze olarak hizmet vermeye başladı. Ayasofya, 2020 yılı itibarıyla ise tekrar camii olarak ibadete açıldı.
Dört asırlık ikamet ve yönetim merkezi: Topkapı Sarayı
İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet’in emriyle yapılan Topkapı Sarayı’nın inşası 1460-1478 tarihleri arasında tamamlanıp, zaman içinde saraya eklemeler yapıldı.
Sultan Abdülmecid’in Dolmabahçe Sarayı’na taşınmasına kadar, dört asır boyunca Topkapı Sarayı, Osmanlı Sultanlarının ikametgâhı, devletin yönetim ve eğitim merkezi olarak kullanıldı.
Osmanlı Devleti harcamalarının büyük kısmını camiler, kışlalar, köprüler, kervansaraylar ve konaklama tesisleri için yaparken, Topkapı Sarayı mütevazı bir saray olarak nitelendirilmekte. Dönemin ünlü mimarı Sinan’ın bile saraydaki yalnızca bir bölümü inşa ettiği biliniyor. Bununla birlikte sarayın kendine özgü binaları, çinileri, tabiatla iç içe geçmiş yapısı ve Sarayburnu’ndaki konumu ona doğal bir güzellik ve ihtişam katıyor.
Topkapı Sarayı’nın bölümleri arasında Bâb-ı Hümâyun, Divan Meydanı, Kubbealtı (Divan-ı Hümayun), Adalet Kasrı, Enderun Avlusu, Arz Odası, III. Ahmed Kütüphanesi (Enderun Kütüphanesi), Fatih Köşkü (Enderun Hazinesi), Hazine Koğuşu, Has Oda ve Kutsal Emanetler Dairesi, Ağalar Camii, Kuşhane ve Harem Kapısı, Has Oda Koğuşu/Padişah Portreleri, Harem, Çifte Kasırlar / Veliahd Dairesi, Altınyol, Cariyeler ve Kadın Efendiler Taşlığı, Gözdeler Dairesi ve Mabeyn Taşlığı, Arabalar Kapısı /Kızlar Kapısı, Nöbet Yeri ve Cariyeler Koridoru yer alıyor.
Topkapı Sarayı’nın olağanüstü zenginlikteki koleksiyonları arasında ise İmparatorluk Hazinesi, Avrupa Porselenleri ve Camları, Bakır ve Tombak Mutfak Eşyası, Çin ve Japon Porselenleri, Gümüşler, Hırka-i Saadet Dairesi ve Kutsal Emanetler, İstanbul Cam ve Porselenleri, Padişah Elbiseleri, Padişah portreleri ve resim koleksiyonu, Silahlar gibi kıymetli koleksiyonlar bulunuyor.
Topkapı Sarayı, 3 Nisan 1924’te Mustafa Kemal Atatürk’ün emri ve Bakanla Kurulu kararıyla müze olarak ziyarete açıldı.
Din, eğitim, şifa merkezi: Sultan Ahmet Camii
İhtişamlı görüntüsü, iç ve dış süslemeleri ile sadece Türkiye’de değil yabancı ülkelerde de adından bahsettiren Sultan Ahmet Camii, Türk İslam mimarisindeki en çok dikkat çeken yapılardan biri.
Sultan I. Ahmet’in isteğiyle yapılan, Mimar Sinan’ın öğrencisi olan Sedefkâr Mehmet Ağa tarafından inşa edilen Sultan Ahmet Camii, birbiri üzerinde yükselen kubbeler açısından ve zengin çini süsleme detaylarından dolayı Osmanlı İmparatorluğu’nun en gösterişli ve tek 6 minareli camisi olarak biliniyor.
Sadece bir dini yapı olmayan caminin içinde birçok sosyal alanı da barındırıyor. Osmanlı Dönemi’nde çok değerli olan aşevi, hamamlar, okullar, kervansaraylar ve hastane odaları bu cami bünyesinde yer alıyor.
Sultan Ahmet Camii, Sultan I. Ahmet’in 16’nci padişah olduğuna vurgu yaparak, 16 şerefeden meydana gelir. Süslemesinde kullanılan çiniler İznik ve Kütahya’dan getirilmiştir. Bu çiniler yaklaşık 22 bin adettir ve çinilerin ihtişamını gösterebilecek bir aydınlatma oluşturmak amacıyla toplamda 260 pencere açılmıştır. Devasa kubbesi ise 43 metre yüksekliğe sahiptir. Mavi çini süslemeleriyle Sutan Ahmet Camii, İngilizcede “Blue Mosque” olarak adlandırılıyor.
UNESCO tarafından, Dünya Mirasları Listesi’ne eklenen bir yapı olması ülkemizin tarihi zenginliğinin ne denli önemli bir parçası olduğunu gösterir nitelikte…
Dünyanın Sıfır Noktası: Milyon Taşı
Ayasofya Camii’nin karşısında, Sultanahmet Meydanı’nın kuzeybatı köşesinde, Yerebatan Sarnıcı’nın girişinin yakınında bulunan Milyon Taşı, Doğu Roma döneminden kalma bir anıttır.
Doğu Roma döneminde Konstantinopolis şehrine ulaşan tüm Antik Roma yollarının başlangıç noktası ve dünya üzerindeki diğer şehirlerin bu şehre olan uzaklığının hesaplanmasında kullanılan sıfır noktası olarak kabul edilen Milyon Taşı, bugün anıttan geriye kalan tek bir taş olarak, etrafı camla çerçevelenmiş şekilde sergileniyor.
Adı duyuldukça her geçen gün daha fazla ziyaretçi alan Milyon Taşının önünden binlerce turist ise ondan habersiz geçip gidiyor. Halbuki “Her yol Roma’ya çıkar” sözüne kaynaklık ettiği düşünülen sütuna, Bizanslılar büyük anlamlar ve efsaneler yüklemişti.
Kare şeklinde yerleştirilmiş, birbirine kemerlerle bağlı dört mermer ayak üzerine oturtulmuş kubbeden oluşan anıtın kalıntısı olan Milyon Taşı, zamanla parçalandı ve bugünkü görünümüne ulaşarak tek sütundan ibaret hale geldi. Sütunun etrafı, önceki yıllarda yapılan çevre düzenlemesiyle çevrilerek, yanına bilgilendirme panosu yerleştirildi. Bugün Milyon Taşı’nın yanında konumlanan tabelada dünyanın önemli merkezlerine olan uzaklığı gösteriyor.
Milyon Taşı, yakın tarihe kadar önemini korumaya devam etti. Fetihten sonra da İstanbul, Greenwich’in esas alınmaya başladığı 1932 yılına kadar mesafe, tarih ve saat ölçümlerinde bütün dünyada merkez olarak kabul gördü.
Yüksek Öğretimin Başlangıcı: İstanbul Üniversitesi
İstanbul Üniversitesi’nin tarihi 1453’e, İstanbul’un fethine dayanıyor. Medreseler, Darüşşifa ve Darülfunun’un ardından İstanbul Üniversitesi adını alan eğitim merkezi, 1933’ün Kasım ayında Türkiye’nin “ilk ve tek üniversitesi” olarak eğitim vermeye başladı.
Prof. Dr. Mahmut Ak, Osmanlı’da başlayan eğitimin temellerini şöyle aktarıyor: “Ayasofya’da ilk cuma namazının kılınmasıyla hemen orada bir eğitim odası oluşturularak eğitime başlanmıştır. Zeyrek’teki eğitim kurumları yeni medrese grubunun yapılmasına kadar bu görevi üstlenmiştir. Nitekim Fatih Medreseleri’nin yapılmasıyla birlikte de aslında üniversitemizin temsil ettiği, Cumhuriyetimizin eğitim kurumlarına kadar uzanacak bir serüvende bu şekilde başlamış olmaktadır.”
İlerleyen yıllarda Fatih’in kurdurduğu Sahn-ı Seman medreselerinde İlahiyat, Hukuk, Edebiyat, Matematik ve Astronomi derslerinin okutulduğu belirtiliyor. Medrese çevresinde kurulan 70 koğuşuyla devrinin en büyük hastanesi olan Darüşşifa’da ise tıp eğitimi veriliyordu.
18. Yüzyıl’da kurulmaya başlanan Avrupai tarzdaki Darülfünun (Fenler Evi) ise Türk yüksek öğretim hayatında çok önemli bir yere sahip. Peş peşe kurulup kapatılmak zorunda kalınan Darülfünunlarda Fen, Edebiyat, İlahiyat, Hukuk, Matematik, Filoloji dersleri okutulurken, 1900 tarihinde kurulan Darülfünun-ı Şahane ile beraber kesintisiz üniversite öğrenimine başlanmış oldu.
Atatürk’ün önderliğinde Cumhuriyet’in 10. yılında üniversite reformu yapıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından alınan kararla, 31 Temmuz 1933’te kapatılan Darülfünun’un yerine 1 Ağustos 1933’te İstanbul Üniversitesi kuruldu. İstanbul Üniversitesi, Kasım ayında Türkiye’nin “ilk ve tek üniversitesi” olarak eğitim vermeye başladı.